rasimyilmaz08 @ hotmail.com

ALIŞMAK…
Rasim Yılmaz
22 Eylül 2024

 

Bir dostum telefonla arayarak çoktandır arayamadığını, kusuruna bakmamamı istedi.

Biraz da sitem içerikli “önemli değil, nasılsa alıştık” biçiminde karşılık verdim. Sonradan alışmanın yaşantımızda nelere mal olduğunu düşündüm.

 

“Alışmak” sözcüğü sözlükte şöyle tanımlanıyor: Bir şeyi sürekli yineleyerek yadırgamaz duruma gelmek. Şöyle de denebilir: Yadırganan bir şeyin sonradan doğal duruma gelmesi…

*                 *                  *

Çocuk olmak ne denli güzelmiş meğer!

Ne küçük şeyler için ağladığımız geldi aklıma…

Herhangi bir nedenle anamız ters baktığında…

Saçımız kesilirken makine saç telimizi çektiğinde…

Sofrada kardeşimiz önümüzden bir dilim ekmeği aldığında…

Oyuncak arabamızın tekeri kırıldığında…

Kurşunkalemimizi yitirdiğimizde…

Daha neler neler için gözyaşı dökerdik…


Aslında gözyaşlarımızı büyüklere karşı silah olarak kullanırdık aklımızca…

 

Ya şimdi?

Artık çok büyük olaylar bile ağlatamıyor bizleri... Ölümler, depremler, savaşlar... Büyüdüğümüz için mi ağlamıyoruz, yoksa zaman mı bizi alıştırdı?

 

Bakın ne diyor Edip Cansever?

“Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki
ve her şeyin bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki
Bilirsin neler için çarpmıyor bir yürek...”

Galiba insan zamanla her şeye alışabiliyor; ölüme, yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa, parasızlığa, çaresizliğe, ahlaksızlığa…

 

Eskiden bayram tatillerinde yollar konusunda hep uyarılar yapılırdı; “yavaş gidin, trafik kurallarına uyun” gibi. Hatta eğitici kısa filmler bile gösterilirdi. Yol güvenlikleri birkaç kat artırılırdı. Şimdiki bayram tatillerini anımsayalım; yüzlerce ölü, binlerce yaralı… Savaş gibi! Sıradanlaşma, olağanmış gibi…

 

Eskiden kapkaç olayları gazete sayfalarına düştüğünde tüylerimiz ürperirdi. Ya şimdi? Her gün evlerimizin önünde soygunlar, cinayetler… İnsanlar kendi başlarına; önlemlerini kendileri almaya çalışıyor. Kimse de çıkıp “Ülkede neler oluyor?” diye sormuyor. Yetkililer her ağızlarını açtıklarında da mutlu, huzurlu bir ülke profili çiziyor…

 

Yetmemiş; “sevgi”ler bile ayağa düşmüş. Düğünü olan genç, iki gün sonra pişkin pişkin sırıtarak sevgilisinden ayrılabiliyor. Bir başkası, sözde sevdiği kadına mal gözüyle bakıyor; bir de duyuyorsunuz ki “sevgili”sini kıtır kıtır doğramış!...


Birçok şeye alışmanın zor olduğunu sanırız. Ölüme alışmak, sevdiğinizin bir daha yanınızda olmamasına alışmak zorudur. Ancak bir de bakmışsın ki bu zorların üstesinden gelmek yerine onlara alışmışız, hatta unutuvermişiz.

Ancak alışılmayacak tek şey alışmamayı öğrenmek olmalı.

 

Bir zamanlar teğmen Murat Şeref Baba adında yürekli bir asker çıktı, Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığına alışamadığını belirten bir telgraf çekti.  Aslında toplumun büyük bir çoğunluğu alışamamıştı ama o teğmen kadar yürekli değillerdi. Alışamadıklarını ilgililerin yüzüne açıkça söyleyemedikleri için zamanla hepsi sonuca alıştılar.

 

Kıyametler koptu. Adam ne kadar haklıymış meğer!...

 

Toplumdaki bu alışkanlık içgüdüsü süreç içinde iyice kök salabiliyor, etkileri uzun zaman topluma egemen olabiliyor. Yoksa bu sistem bu kadar ayakta kalabilir miydi? Öyle ya; bir dönemler devrim yaparak sistemi değiştirmeye çalışan bazı sözde solcular bile bu sisteme öylesine alıştılar ki, kraldan çok kralcı kesilerek sistemi savunmayı görev edindiler…  Yine bir zamanlar laikliği dilden düşürmeyerek, şeriat geliyor nidalarıyla yeri göğü inletenler, zaman içinde öylesine alıştılar ki topa tuttukları o şeriatçılarla iftar sofralarında yer almaktan, onlarla birlikte hatıra fotoğrafları çekinmekten geri kalmadılar, bundan onur duydular…

 

Acaba insanın içindeki alışma içgüdüsü bu kadar güçlü olmasa bu dünya böyle mi olurdu?

 

“Bu ücretler karşısında isyan etmeyen memurun aklından şüphe ederim” diyerek kendisi iktidara geldiğinde memura sadaka zamlarını reva görüp sendika mücadelesi veren memurları sokak ortalarında sürükletenlere mi alışmadık?..

 

Anamızla birlikte alanlardan kovulup sonra da kovanlara oy verecek kadar dönüş yapmalara mı alışmadık?..

 

“Benim memurum işini bilir” diyerek rüşvet ve yolsuzluğu meşrulaştıranlara mı alışmadık?

İnsanları domuz bağlarıyla katledenleri Meclis’e taşıyıp karşılarında el avuç ovuşturanlara mı alışmadık?

Önce askere “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyerek, sonra da oy kaygısıyla asker şehitleri için “Ciğerim yanıyor” diyenlere mi alışmadık?

Kazanılmış hak olan emeklilik yaşını mezara havale edenlere mi alışmadık?

İşliyi, işsizle tehdit ve terbiye etmeye kalkışanlara mı alışmadık?

Halkı önce yoksullaştırıp açlığa alıştıranlara, sonra bir çuval soğanla kandıranlara mı alışmadık?

Uluslararası ilişkilerde kurusıkı atarak hiçbir anlaşmadan geri durmayan, ülkemizi başkalarının güvenlik duvarı konumuna getirerek füze kalkanı kuranlara ve kullandıranlara mı alışmadık?

Her gün yağmur gibi gelen zamlara mı alışmadık?

İspanya’da ekmeğe gelen yüzde 5’lik zam için ayağa kalkan İspanya halkı örneği ortadayken yüzde 100’ün üstündeki enflasyonlara mı alışmadık?

Ücretlerimize verilen sadaka zamlarına mı alışmadık?

YÖK’e mi alışmadık?

Hukuksuzluğa mı alışmadık?

Rüşvete mi alışmadık?

Yolsuzluğa mı alışmadık?

Yoksulluğa mı alışmadık?      

Özetle dayatılan hangi şeye alışmadık?...

Bu ülkede her gün kadınlar katledilirken bir avuç azınlığın protesto gösterileri dışında toplum olarak ne yaptık?

On yıllardır, binlerce çocuk kaybolurken, istismar edilip öldürülürken, bunlar çok doğalmış gibi alışmadık mı?

Son günlerin ana gündemi haline gelen Narin Güran olayı, aslında toplumun çürümüşlüğünün, yozlaşmanın, ahlaksızlaşmasının, insanlıktan çıkmanın fotoğrafı değil midir?...

Bu olayın içinde ana, baba, kardeş, dayı, tarikat, kuran kursu, siyasi hareket, ne ararsan var. Her şey var ama iki şey yok; ahlak ve insanlık!.. Hepsi alışılarak gelinen çürümüşlüğün sonucu değil mi? Ahlaksız ve yüzsüz katiller, iktidarın sorumsuz tutumundan cesaret almıyor mu?

Eğer toplum olarak çocukların istismar edilmesine, öldürülmesine alışmamış olsaydık Narin ve nice Narin’ler şu an yaşıyor olmayacak mıydı?

Eğer biz, nerede olursa olsun, doğa talanına alışmamış olsaydık, Metin Lokumcu’nun katilleri berat edebilecek miydi?  Cankurtaran’ın doğa şehidi Reşit Kibar şu an yaşıyor olmayacak mıydı?

Özetle alışmadık diyebileceğimiz bir şey kaldı mı? Sınıf partileri ve emek örgütleri bile sisteme uyum sağlayıp emek mücadelesini tali plana ötelemediler mi? Evet, toplum çürüyor, kişiler çürüyor, biz çürüyoruz… 

Unutmaya ve alışamaya karşı yeniden ayağa kalkmaktan başka çaremiz kalmadı.

Yoksa toplumca büyük yıkımlara doğru hızla ilerliyoruz...