rasimyilmaz08 @ hotmail.com

1978 yılının, doğanın uyanışa geçtiği, börtü böceğin canlanmaya başladığı günlerdi.

Bursa Duaçınarı Mahallesi güney bölümünde, saat 21sıralarında dört kişi bildiri dağıtmak için asırlık çınarın altında buluştuk.

İlk hedefimizde çoğunlukta işçilerin gittiği Çınar kahvehanesi vardı. Kahvehane, ana caddeden 50 metre içerde, iki sokağın kesiştiği köşe başındaydı. Kahvehanenin önüne gidip iki kişiyi dışarıda gözcü olarak bıraktık. Ben ve Yavuz adlı arkadaşım  yerden 5- 6 basamak yükseklikteki kahvehanenin merdivenlerinden çıktık. Camlar buharlı olduğu için içerisi gözükmüyordu. Mavi boyanmış, yer yer boyaları dökülmüş, bir depo izlenimi veren kahvehanenin çift kapısından içeri girdik.

Genişçe salonda yaklaşık 15 masa vardı. Masaların tümü doluydu. İçerdekilerin çoğu kâğıt oyunu, bir kısmı da okey oynuyordu. Salonun ortasında büyükçe bir demir döküm kömür sobası vardı. Soba borularının birleştiği yerlere, sıcaktan sıvılaşan kömür zifirinin akmaması için konserve kutuları bağlanmıştı. Maviye boyanmış olan kutular, süs için asılmış izlenimi veriyordu.  Soba yanmıyordu; ama içerisi koyu bir sigara dumanıyla kaplıydı.

Bizi girişte çaycı olduğu anlaşılan orta boylu, kirli sakallı, sarkık ince bıyıklı, 40 yaşlarında, elinde çay tepsisi olan biri karşıladı.  Yabancı olduğumuzu anlamış olmalı ki:
-Buyurun gençler, birine mi baktınız? diye sordu.

Bildiri dağıtmak için kahveciden izin alacak değildik. Yanıt vermeden çantamızdan çıkardığımız, işçi sınıfının hakları içerikli bildirileri dağıtmaya yöneldik.  Bir anda herkes oyunlarına ara vererek dikkatlerini bize çevirdiler. Girişte sol yandakilere  arkadaşım dağıtmaya başladı. Ben de bildirinin içeriği bilgileri ajite ederek sıradan sağ taraftaki herkese tek tek dağıttım. Kimse bildiriyi almamazlık etmedi. Bildiriyi alan, hemen okumaya başlıyordu. Aslında kahvenin bulunduğu bu bölge, genelde ülkücülerin yoğun olduğu bir yerdi. Bunu bile bile gelmiştik buraya. Bize karşı bir tavır takınacaklarını düşünüyorduk; ama bir sorun gözükmüyordu. Amacımız, herhangi bir kargaşa yaratmak değildi; burası genelde dar gelirli insanların takıldığı bir kahvehane olduğu için kendi haklarıyla ilgili olarak emekçileri bilgilendirmekti.

Biz içeride bildirileri hızlıca dağıtırken dışarıda bir anda kargaşa patlak verdi. Az sonra da silahlar patlamaya başladı. Belli ki dışarıdaki gözcü arkadaşlar polisin baskınına uğramıştı. Zaten bildiri dağıtımını tamamlanmış dışarı çıkmaya yeltenirken, silahlı bir grup polis kahvehaneye girip bizi suçüstü teslim aldı. Gözcülerimiz yakalanmadan kaçmayı başarmışlardı. Çünkü polisin elinde kimse yoktu. Bundan ötürü polisler çok öfkeli görünüyorlardı.

Biz iki kişiydik; polislerse on kişi… Polisler kasıtlı olarak bizi içeride beklettiler. Bu sırada kahvehanede emekçi olduğunu düşündüğümüz ne kadar insan varsa hepsi bize saldırdılar, bizi evire çevire dövmeye başladılar. İlk karşılaştığımız kahveci, sobayı karıştırmak için kullandığı demir çubuğu arkadaşıma vurmaya yeltendi; ancak polislerden biri demir çubuğu elinden alarak yere attı.

Dövenlerin hemen hemen tümünün, giyim kuşamlarından dar gelirli, yoksul kişiler olduğu anlaşılıyordu. Üzerlerinde eskimiş kazaklar, yakaları kirli ve yırtık gömlekler…

Yeterince dövdürdüklerine inanmış olmalılar ki polisler bizi dışarı çıkararak bekleyen polis minibüsüne bindirdiler, Fomara’daki İl Emniyet Müdürlüğüne götürdüler.

Emniyette, kimlik kaydının arkasından üst araması yaptılar. Yavuz arkadaşımın üzerinden Selamet Partisi Gençlik Kolları üye kartı çıktı.  Akademi 3. sınıf öğrencisiydi. Bense lise öğrencisiydim. Yavuz, yaşça benden büyüktü, 25 yaşlarındaydı.  Ben onu ilk kez bu akşam görmüştüm.

Yavuz’u bu işe ben bulaştırdım düşüncesiyle daha ilk andan başlayarak polis bana etmediğini bırakmadı. Yavuz’u da eksik bırakmadılar; "Sen Müslüman birisin, ne işin var bu komünistlerle!” diyerek onu da epeyce hırpaladılar…

Sonra bizi ayırdılar. Beni, gözlerimi bağlayarak kapalı bir odaya götürdüler. Göz bağımın alt kısmından görebildiğim kadarıyla odada herhangi bir eşya yoktu, oda bomboştu.

Bir iki saat tek başıma bekledim odada. Sonra iki kişi geldi odaya. Beni sorgulamaya başladılar. Bir yığın gerekli gereksiz soru…

Hangi örgüte bağlıydım, hangi eylemelere katılmıştım, bildirileri kimden alıyordum, dışarıda çatışarak kaçmayı başaran kişiler kimlerdi, takma adım neydi, ne zamandan beri GKB üyesiydim? daha birçok soru… 

Meğer ben ne çok önemli biriymişim!

Ama çok nazikti sorgucular. İstedikleri bilgileri zorluk çıkarmadan verirsem çıkıp evime gidebileceğimi anımsatıyorlardı ikide bir. Ama tutmadı hesapları. Bildirileri para karşılığı dağıttığımı, bildiriyi vereni, dışarıda gözcülük yapanları tanımadığımı, herhangi bir örgütle bağımın olmadığını söyledim. Israrlıydılar; beni çözeceklerdi, öyle söylüyorlardı.  Her yeni gelen, önce benim gibi her şeyi inkâr eder, sonra da bülbül kesilirlermiş. Zaten kendileri her şeyi bilirlermiş; ama amaçları, bildiklerini doğrulattırmakmış…

Ama benden, ilk söylediklerimin dışında hiçbir şey alamıyorlardı. Bu tavrımla onları kızdırdığımın ayrımındaydım. Bu durum uzun sürmedi; gecenin ilerleyen saatlerinde ufacık uyarı tokatları başladı, tokatların dozu artarak devam etti.

Gecenin bir saatinde sorgucular kollarıma girdiler, bir yerlerden dolaştırarak götürdüler, gözlerimdeki bağı açarak bir yere itelediler. Demir kapılı bir yerdi burası.

-Hadi şimdi sabaha kadar düşün, sabah görüşürüz! diyerek kapıyı üzerimden kilitleyerek gittiler.

Oda yaklaşık 4 metrekare büyüklüğünde bir hücreydi. Çok kötü kokuyordu. Tavanda demir tel kafesle korunaklı, sönük bir lamba ve içine her türlü koku sinmiş, eski ve kirli bir battaniye… Hava soğuk ve beton bir zemin… Battaniyenin yarısını altıma serdim, yarısını da üzerime çektim; kolumu yastık yaparak yattım.  Ama uyumak ne mümkün! Bedenimde sızılar, aklımda binlerce soru…

Ne zaman uyudum, ne zaman sabah oldu, bilemiyorum; demir kapının gürültüsüyle kendime gelip yerimden fırladım.

Yarım ekmek arası verilen peynir kahvaltısının ardından gözlerim yeniden bağlandı. Başka bir odaya götürülüp bir daha sorguya alındım. Aynı tehditler, aynı sorular, aynı dayaklar, aynı yanıtlar…

-Bak delikanlı, arkadaşın geldi, her şeyi itiraf etti,  onu evine bıraktık; sen de itiraf edersen seni de serbest bırakacağız, diye yine bir yığın sözler… Hatta istedikleri bilgileri verirsem bundan sonra bana her konuda yardımcı olacaklarını, birçok sorunumu çözecekleri belirttiler. Dahası, kendileriyle işbirliği yaparsam maaşa bağlanacağımı, okula gitmesem bile sınıfları doğrudan geçebileceğimi söylediler. Ama benden istediklerini bir türlü alamadılar. Bu kez daha bir hırsla yeniden dövmeye başladılar.

Gözaltı süresinin 72 saat olduğunu biliyordum. Bunun için sabredip gün doldurmalıydım. Eğer öldürülmezsem üç gün dayanacaktım. Dayanmak zorundaydım; çünkü dışarıda  yaşam beni bekliyordu. Umutlarım korkularımdan daha büyüktü…

İçeri alınışımın üçüncü gecesiydi. Beni uzun süre merdivenlerden yürüttüler. Belli ki üst katlara çıkıyorduk. Göz bağımın altından baksam da bazen basamakları göremiyor, ara ara ayaklarımı basamaklara çarpıyor, ayak parmaklarımın acıyla kıvranıyordum. Vaktin gece yarısı olduğu belliydi. Sonra bir odaya girdik. Odanın boş olduğu, sesin yankılanmasından anlaşılıyordu. Konuşmalardan içeride dört kişinin olduğunu tahmin ediyordum. Kapıyı kilitlediklerini anahtar sesinden anladım.  Saatin kaç olduğunu kestiremiyordum. Orada da sorguya devam ettiler, istedikleri yanıtı alamayınca yine tehditlerde bulundular.  Sonra birisi geldi, göz bağımı hırsla çekip aldı, hızlıca gidip pencereyi açtı. Dört kişiydiler. Artık her şey ortadaydı;  kendilerini gizlemeye gerek yoktu herhalde. Bu durum beni kaygılandırdı. Hepsi sivil giyinmişlerdi. Dördü de uzun boyluydu; birbirine benzeyen sarkık bıyıklıydı. Biri daha yaşlıcaydı,  saçı sakalı ağarmıştı. Odada dört sandalye bulunmasına karşın hepsi ayaktaydı. Biraz sonra üçü üstüme doğru gelmeye başladıklarında ben kendi kendime “Dayan be dostum, bu son gecen, bu da geçecek!” diye kendimi avutmaya çalıştım. Üçü birden beni karga tulumba kucakladılar;  açık pencereye götürüp ayaklarım dışarıya sarkık biçimde oturtarak beklemeye başladılar. Ben sıkıca çerçevelerden tutundum. Polislerden biri konuştu:

-Bak aslanım, aşağı bakarsan, buranın altıncı kat olduğunu anlarsın.  Sana son bir şans vermek istiyoruz. Ya doğru dürüst ifade verirsin, ya da seni bu camdan aşağı atıp, arkasından da “intihar etti” diye basına bilgi verdik mi olay kapanır.

Tüm bedenim ürperdi birden. Geçmişim saniyeler içinde film şeridi gibi geçti gözümün önünden. Okumam için ceketini satmaya kalkışan köylü babam, bağrı yanık garip anam, mazlum kardeşlerim, tüm sevdiklerim… Yaşadıklarım, yaşayacaklarım… Bıçak sırtındaydım. Ya ağzımı açmadan çıktığım yolda onurluca ölecektim, ya da onursuzca paçamı kurtarmaya çalışacaktım. Karar vermem kolay değildi. Onlar da bunu bildiği için acele etmiyor, durmadan tehditler savuruyorlardı. Beni psikolojik olarak teslim almaya çalışıyorlardı. Bir anda güçsüzlüğümü ve korkaklığımı altıncı kattan aşağı fırlatarak konuştum:

-Bakın polis abiler; ben size söyleyeceklerimi söyledim. Daha fazlasını bilmiyorum. Ama belli ki sizin derdiniz beni öldürmek! Bu da sizin vicdan sorununuzdur. Bir gün birileri sizlerin çocuklarınızı da bu pencereden atacak olmasından kuşkunuz olmasın. Ben yere düşer düşmez can vermiş olurum, ama unutmayın, ailemin canını ne kadar yakarsanız ileride sizlerin canı daha fazla yanacaktır. Bu etme bulma dünyasıdır!...

Adım adım ölüme doğru giden birinin son sözleri edasıyla kendimce meydan okuyordum. Aslında kuşkulanmasınlar diye mümkün olduğunca siyasal içerikli sözcükleri kullanmaktan kaçınıyordum. Sözlerimi sürdürdüm:

-Size son sözüm şudur: Beni tanıyan herkes, benim intihar etmeyeceğimi ve beni sizlerin attığını bilecek. Size bir tek kişi bile inanmayacak ve sizler yarın sokaklarda lanetleneceksiniz!...

Biri, bu sözlerimden etkilenmiş olmalı ki beni hırsla geri çekip yere düşürdü. Bu kez dördü birden beni tekmeledikçe tekmelediler…

Sonra, içlerinden yaşlı olanı:

-Yahu, hiç kimse bu kadar dayanamaz; bu çocuk doğru söylüyor olabilir; bırakın daha fazla vurmayın, diye konuştu.

Bu yaklaşımı, zorla söyletemediklerini daha sevecen davranarak söyletmeye çalışacaklar biçiminde yorumladım.

72 saat doluncaya dek sorgunun biçimi hiç değişmedi, ne onlar işkenceden vazgeçti, ne ben konuştum…

 Sonunda gözaltı sürem doldu. O gecenin sabahı erkenden beni kaldırdılar, lavaboya götürüp iyice yıkanmamı söylediler. Sonra da mahkemeye çıkarmak üzere son ifademi yazılı duruma getirmek için bir odaya aldılar. Odada resmi giysili bir polis, bir de 30-35 yaşlarında bir kadın vardı. Polis, büyükçe bir daktilonun başında ifademi almak için hazırlık yapıyordu. Sandalyeye oturmamı söyledi.

Ayaklarımın altında falakadan dolayı yer yer şiş ve patlaklar oluşmuştu. Sandalyeye adeta kendimi bıraktım. Kadın tam karşımda oturuyordu. Beni getiren iki polis dışarı çıktı.

Kadın güzel olmasına karşın, makyajı ve giysileri abartılıydı. İnce ve uzun boyluydu. Saçları siyah, kaşları ince, gözleri kahverengiydi.  Oldukça kısa bir mini etek, göğüsleri yarı örten bir bluz, sırtta beyaz bir pahalı kürk, parmaklarda gereğinden fazla yüzük… Sanki suçüstü yakalanmış bir hayat kadını…

Kadın beni göz ucuyla yukarıdan aşağıya iyice bir süzdü. Bakışlarında beni aşağılayıcı bir durum sezinledim. Ben de ister istemez göz ucuyla kadına baktım. Çünkü orada bulunması bana mantıklı gelmiyordu.

Neden orda bulunduğumu biliyor olmalı ki kadın, yüzüme dik dik bakarak durduk yerde sertçe:

-Senin gibi komünistler yüzünden Artvinli olmaktan utanıyorum! dedi.  Benimle ilgili bilgi sahibiydi, nereli olduğumu biliyordu. Böyle bir şey beklemediğim için kadına:

-Anlamadım, bir daha söyler misiniz? dedim.

Kadın, daha da iğrenir bir yüz ifadesiyle aynı sözleri yineledi.

Bir anda nerde olduğumu hiç düşünmeden ben de sözümü esirgemedim:

-Ben de, Artvin’den senin gibi birinin çıktığı için bir Artvinli olarak utanıyorum! dedim.

Sözüm biter bitmez kadın hızlıca yerinden fırladı, bana vurmaya başladı. Korkunç bir kinle vuruyordu. Yetmiyor, sivri uçlu ayakkabılarıyla bacaklarıma tekme atıyordu. Hırsından morarmıştı. Bağırıyor, bağırdıkça çirkinleşiyordu.

Gürültüye bir sürü polis kapıya yığıldı, hepsi de pis pis sırıtıyordu. Kadın ağzına geleni söylüyordu ama dediklerini anlayacak durumda değildim. Sadece kollarımla yüzümü korumaya çalışıyordum.

Ayakta duracak durumda değildim; ne ki kadının darbeleriyle yere yıkılmamak için olağanüstü çaba içindeydim.

Kadın yorulmuş olmalı ki beni bıraktı, kızgınlıkla kapıdan çıkıp gitti. Kapıdaki polislerin yüzüne bu kez bir acıma duygusu yerleşmişti.

Kadın çıkınca yazıcı polis:

-Yahu arkadaşım, çeneni tutamadığın için gereksiz yere bir ton dayak yedin;  o kadın istihbaratta görevli on yıllık polistir, dedi.

İfadem toplam üç satır tuttu. Bir örgütle ilişkim olmadığını, bildirileri para karşılığı dağıttığımı vekimseyi tanımadığımı söyledim, o kadar…

Sonra kapıda bekleyen iki polis gelip ellerimi kelepçelediler. Yürüyemeyeceğimi anlayınca kollarıma girdiler, binadan çıkarıp bir minibüse bindirdiler. Minibüste daha önce konuştuğu için evine gönderdiklerini söyledikleri suç ortağım Yavuz da vardı. Çok bitkin görünüyordu. Anladım ki “Arkadaşın her şeyi itiraf etti, evine bıraktık.” sözü koca bir yalandı. Onun da ağır işkenceden geçirildiği belliydi.

Bizi adliyeye götürdüler. Bir süre beklettikten sonra yargıç karşısına çıkardılar.

Yargıç, emniyetteki ifademin doğru olup olmadığını sordu; tamamen doğru olduğunu belirttim. Yargıcın, eklemek istediğim bir şeyin olup olmadığını istemesi üzerine,  üç gün boyunca ağır işkence gördüğümü söyleyerek işkence izlerini göstermek istediğimi belirttim. Bedenimdeki izleri göstermek için soyunmaya yeltenince yargıç birden gürledi:

-Giy üstünü, şimdi atarım içeri, görürsün işkenceyi!...

Savcının da, yargıcın da söylediklerime inanmadıkları kanısına varmıştım. Yine de bildirileri, içeriğini bilmeden, para kazanma karşılığı dağıttığımı belirterek beni serbest bıraktılar.

Gözaltına alındıktan sonra mahkemede karşılaştığım Yavuz’a ise tutuklama kararı verdiler. Onun ifadesi, bildirileri, arkadaşlarını kıramadığı için dağıttığı doğrultusundaydı. Selamet Partisi Gençlik Kolları üyesi olması bir işe yaramamıştı!

Dışarı çıktım. Sokakları ne kadar özlemişim meğer. Gökyüzü olağanüstü güzel gözüküyordu. Kuşlar gibi hafiflemiştim. Ama ayaklarım sanki benim değildi. Dolmuşla, otobüsle gidecek gücüm kalmamıştı. Taksiye bindim, bekâr evime gittim. Evde kimse yoktu. Ev arkadaşlarım, ben konuşursam kendilerini de alırlar korkusuyla evi terk etmiş olmalıydılar. Oysa ondan para alıp beklettiğim taksiciye verecektim. Sürekli alışveriş yaptığımız mahalle bakkalından borç para istedim. O da gözaltına alınacağından korkmuş olmalı ki borç para vermedi.

Yolda taksiciye son dört günlük yaşadıklarımı anlatmıştım. Taksici üzülmememi, parasını almak için bir hafta sonra geleceğini söyleyip gitti.
Bir hafta sonra geldi taksici. Evde birlikte kahvaltı yaptık. Para yerine de bir teşekkürümle yetindi… 

Sonuç mu? Sonuç, şairin dediği gibi: “Bitmedi daha sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!...”

 

NOT: Bu öykü tamamen yaşanmışlıktan alınmış olduğu için söylemem gerekir ki; daha sonra aynı binanın 6. Katından TKP’li bir avukatın atlayarak intihar ettiğini yazdı gazeteler. Ama herkes inandı da ben inanmadım.