rasimyilmaz08 @ hotmail.com

Koğuşta dokuzu politik olmak üzere toplam otuz kadın kalıyordu. Koğuşun tamamına yakını müebbet cezasına çarptırılmış, her biri başka bir şehirden getirilmiş, orta yaş üstü kadınlardan oluşuyordu. Üstelik gelen adli mahkûmların birçoğu geldikleri yerlere uzak olmanın ötesinde aile ve yakın çevreleri tarafından dışlanmış ya da ailesini reddetmiş kişilerden oluştuğu için pek ziyaretçileri olmazdı.

 

Cezaevlerinin erkek koğuşlarında olduğu gibi adli tutuklu kadın koğuşlarında da ağalık sistemi hüküm sürüyordu. Bu koğuşta ise yaklaşık dört yıldır kalmakta olan müebbet hükümlü (kendi anlatımıyla kocasını öldürmüş olmakla böbürlenen) Sarı Leyla ağalığını kabul ettirmişti. Bütün olan biten konusunda bilgilendirilir, koğuşta onun sözü dinlenir, her konuda sözü geçerdi. 

Çoğu mahkûm ya kimsesizlikten, ya fakirlikten, ya da kendini güçsüz hissettiğinden dayanacağı, arka edineceği birilerine ihtiyaç duyardı.  Böyle olunca da Leyla gibileri her zaman kendisine işbirlikçi bulmakta sıkıntı çekmezlerdi. Koğuş ağası konumundaki kişi aynı zamanda idare ile de sıkı ve samimi ilişki içinde olurdu. 

Ne var ki Leyla’nın saltanatı, hangi cezaevinde ve kim tarafından takıldığı bilinmeyen “Dişi Kaplan” lakaplı Berivan’ın gelişine kadar sürdü. Kaplan, politik görüşü ve eylemlerinden ötürü müebbet hükümle cezalandırılmıştı. 

Politik mahkûmlar, örgüt geleneği ve ortak amaçlarından ötürü aralarında daha kolay gruplaşırlar ve birbirlerine bağlı olurdular. Nitekim Kaplan’ın gelişiyle, politik mahkûmlar kendi aralarında görüşüp ilk işleri Sarı Leyla’nın koğuştaki saltanatına son vermek oldu. İlk günler epey hır gür çıksa da, sayısal olarak az olmalarına rağmen  Leyla yeni grupla baş edemeyeceğini anlayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Çünkü zaten adli mahkûmlara çok fazla güvenmiyordu. Böylelikle koğuşun genel idaresi Kaplan’ın öncülüğündeki politik mahkûmlara geçmiş oldu. Şu da var ki; adli mahkûmlar, politik mahkûmların kendilerine daha adaletli ve eşit davranacakları inancından dolayı onların yanında yer almaları için çok da büyük bir uğraşı gerektirmemişti. 

Ancak Leyla geri çekilmiş olsa da politik mahkûmların etkili oluşlarını hazmedebilmiş değildi. İçten içe mücadelesini sürdürecekti.

Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları kovalarken Kaplan’ın gelişi birinci senesini devirmişti.

Bir gün nerden geldiği belli olmayan sarı renkli bir muhabbet kuşu koğuşa girdi.

Her politik ya da kader mahkûmu (adli mahkûmlar kendilerini böyle adlandırırlar) gibi kuş da kendisinin buraya düşmüş olmasını kabullenememiş olmalı ki koğuşta oradan oraya kanat çarpıp durdu. Her seferinde başını pencerenin sık tellerle örülü telden demirlerine çarparak kurtuluş umuduyla saatlerce kanat vurarak uçuştu. Ama sonunda mahkûmlar gibi yorulup halsizleşince sanki koğuşun sözcüsünü biliyormuşçasına uçup Kaplan’ın ranzasındaki yastığına tünedi. Artık uçmaya mecali kalmadığı için Kaplan kolayca yakalayıp eline alarak avuçlarının arasında önce sakinleştirdi sonra da uzun süre okşadı.

Kaplan, gurbetten çok sevdiği bir yakınıyla karşılaşmışçasına onu okşadı, sevdi. Sonra da ne zaman ve kim tarafından geldiğini bile hatırlamadığı, çelik dolabındaki iç çamaşırlarını koyduğu ağaç örme sepetini boşaltarak kuşu onun içine koydu. Sepetin açık olan kısmına ise eşarbını bağlayarak sepeti yastığının yanı başına yerleştirdi. Bir süre öylece kuşun telaşlı davranışlarını izledi. Kalkıp mutfaktan bir parça ekmek aldı. Onları ufalayıp plastik bir kap içine koyarak sepetin içine yerleştirdi. Yine plastik bir kaba su doldurup ekmek kırıntılarının yanına bıraktı.

Kaplan, sırt üstü yatmış tavana gözlerini dikerek kuşu düşündü. Aklından bir sürü şey geçirdi. Bir anda kendisini onun yerine koydu. Kuşun çırpınışlarını kendisinin ilk yakalandığı anlara benzetti. Acaba sabahleyin havalandırmaya çıkınca serbest bıraksa mıydı diye düşündü. Ancak muhabbet kuşlarının dışarıda doğal ortamda fazlaca yaşayamayacağını duymuştu. Ona burada bakmalıydı.

Sonunda kuşa isim aramaya başladı. Diğer mahkûmlar kuşun erkek olduğunu söyledikleri için bulacağı isim erkek ismi olmalıydı.

Kuşun içeriden kurtulmak için uzun süre çırpınışları Kaplan’ı çok etkilemişti. Düşünürken birden aklına okuduğu İlyada Destanı’nda adı geçen, halkının neredeyse tanrı gibi sevdiği, Troya Savaşı sırasında orduya liderlik etmiş, kötü düşüncelerden uzak, barışçıl,  soylu ve kibar biri olarak tasvir edilen Prens Hektor aklına geldi. Evet evet, Hektor olabilirdi. Aslında kafasında Hektor’un yerine koyduğu biri vardı ama adını ifşa etmesi doğru olmayabilirdi. Çünkü aklından geçirdiği kişi örgütlerinin lideriydi.

Ve kararını verdi. Artık bundan böyle kuşun adı Hektor olacaktı. Kararını koğuş sakinlerine bildirmek için heyecanla sabahı bekledi. Sabah ilk iş olarak aklındakini koğuşa açıklayarak görüşlerini sordu. İtiraz eden çıkmadığı için kuşun adı Hektor olarak benimsenmiş, artık koğuşun bir ferdi olmuştu.

Kaplan, Hektor’u sahiplenmiş, kısa sürede Hektor koğuşun sevgilisi haline gelmişti. Kadınların birçoğu saatlerce Hektor’un hareketlerini izliyor, Hektor’un başından insan eksik olmazdı. Oturup Hektor’a dertlerini anlatan mı dersin, sırlarını paylaşan mı? Saatlerce konuşanlar bile olurdu. Ama ilk başta sahip çıkan Kaplan için Hektor’un anlamı bir başkaydı. Çocuğu gibiydi. Gözünün önünden ayırmaz, kısa süre görmeyecek olsa yüreği çatlardı.

Kaplan, her mahkûm gibi içeride olmayı hak etmediğini düşünür, yeri geldiğinde devletin kendisini rehin tuttuğunu iddia ederdi. İçeri gireli 12 yıl olmuştu. Yaşadığı sıkıntılardan olsa gerek saçları erken beyazlamıştı. Açık sarıya boyasa da uzaktan rengi kreme çalardı. Saçlarının bakımına ayrı bir özen gösterirdi. Hafif dalgalı omuz boyundaki saçlarını çoğunlukla açık bırakan, kısacık haliyle bile enseden topladığındaysa daha da gençleşip güzelleşen pırıl pırıl bir kadındı. Cildi çok güzel, parlak ve beyaz tenliydi.

Kaplan, cezaevinin eğitim amaçlı düzenlediği her türlü çalışmalarına katılan, çalışkan çok zeki biriydi. Cezaevi idaresinin açmış olduğu bağlama kursuna katılarak kısa sürede bağlama çalmayı öğrenmiş, bağlama eşliğinde yanık sesiyle Kürtçe türküler söylerdi. O, türkü söylediğinde sanki içeride konuşmayı yasaklayıcı bir yasa varmışçasına koğuşta çıt çıkmazdı. Ama bir tek türküsünü yalnız başınayken söylerdi. Eskiden anacığının sesinden dinlemelere doyamadığı, anasına hasretliğini o türküyle yaşadığı, şimdi ise değil söylemek, içinden mırıldanırken bile gözlerinin dolduğu o Mahzuni türküsü:

Vay göresim geldi Berçenek seni

Dumanlı dumanlı oy bizim eller

Nasıl unuturum körpe yavrumu

Dumanlı dumanlı oy bizim eller

Oturup ağlasam delidir derler

Şimdilerde Kaplan, bu türküyü bir tek Hektor’a söyler olmuştu. Sanki türküsünü Hektor’a söylemiyor da anasıyla dertleşiyordu...

Almanya’da abileri vardı Kaplan’ın. Ona kaşmir kazaklar, kadife pantolonlar, hırkalar gibi güzel kıyafetler gönderirlerdi. Kendine çok dikkat eder, içerdeki kadınların örerek hediye ettikleri o üç renkli bilekliklerini takardı. Sürekli boynuna bir fular takar, çok sıradan şeyleri bile kendine yakıştırmasını bilirdi. Her sabah giyindiğinde onu gören, ya bir düğüne, ya bir eğlenceye gideceğini düşünebilirdi. Abartılı değil ama şık giyinir, giydiğini kendisine yakıştırırdı. Diğer mahkumların birçoğu dünyasından vazgeçmişçesine hiçbir şeyi umursamazken 0 diğer kadın mahkumlara asla benzemezdi, onlardan çok farklıydı…

Kaplan, kendisini ve insanları seven, herkesle konuşan, kimseye bulaşmayan, olgun kişiliğiyle ağırlığını hissettiren biriydi. Aynı zamanda da çok kibar konuşan, sanki biri kötü bir laf etse ince bir dal gibi kırılacakmış edasıyla duran, narin, zarif birisiydi.

Hani solcu militan deyince insanlarda oluşturulan, kaba, saba, laftan anlamaz, dediğim dedik, buyrukçu imajı bunda yoktu. Onu gören çıtkırıldım tiplerinden biri olduğunu zannederdi. Ama o kültürü, konuşması ve sağlam karakteriyle kabul ettirmişti oradakilere kendisini. Ne var ki iş güvenlik güçleriyle dalaşmaya sıra geldi mi kimse onunla başa çıkamazdı. Hikâyelerde anlatılan dişi kaplan postuna girmişçesine kimse onu zapt edemezdi. Bu hem zarif, hem de  asi yanı, kadın mahkumlar arasında gizli bir hayranlık uyandırıyordu. Çoğu mahkûm belli etmemeye çalışsa da onun gibi olmaya çaba gösterirken bazıları da onu içten içe kıskanıyordu.

Bu olumlu davranışlarıyla diğer çoğu yaşama küskün mahkûmlara örnek olmanın yanında kendini abla gibi kabullendirmesini de bilmişti. Ama Sarı Leyla’nın gözü hep üzerindeydi. Bir açığını yakalamanın, diğer mahkûmların gözünde küçük düşürmenin yollarını arıyordu.

Hektor, iyiden iyiye içeriye ve kadınlara alışmıştı. Gündüz sepetinden bırakıldığında önüne gelen kadını ziyaret ediyor, saçlarına konup onlarla eğleniyordu. Eskisi gibi insandan kaçmıyordu. Ve artık tüm koğuş sakinlerinin ortak değeri haline gelmiş, sanki onları birleştirmişti. Herkesin sevgilisi olmuştu.

Kaplan’ın o gün migren krizi tutmuştu. Uzun yıllardır olurdu böyle. Sancı bir tuttu mu duvarları yumruklatır, yumuşak yastık bile zehirli dikenli tel olurdu başına. Yine o günlerden biriydi işte. Kaplan,  ağrıdan ne yapacağını bilemiyordu. Ne yatabiliyor ne de başını kaldırabiliyordu. Midesi bulanıyor, adeta bilinci bulanıyordu. Yıllardır çekerdi ya bu hastalığı ama bu seferki sanki bir başkaydı. Ağrıyla birlikte kötü bir his de çöreklenivermişti yüreğine. Keşke bayılsam acıdan diyordu belki hissetmem diye. İçi sıkıldıkça başı iyice kötüleşiyor, başı kötüleştikçe yüreğindeki sıkıntı da karardıkça kararıyordu. İşte olanlar da tam da o anda oldu.

Hektor'un bir gün içeri nasıl girdiği anlaşılamadığı gibi aniden ortalıktan kayboluşu da anlaşılamadı. Hektor’un ortalıkta gözükmemesi ilk anda zaten yatar halde olan Kaplan’ı tedirgin etti. Durum koğuş sakinlerinin bilgisine aktarıldı.

Hep birlikte gözle görülebilecek yerler araştırılmaya başlandı. Bulunamayınca iş ciddiyet kazandı. Herkes ranzalarından indi, bu kez koğuş didik didik aranmaya başlandı. Ranzaların altı, yatakların içi, perdelerin araları, her taraf iğne arar gibi arandı ama bir ize rastlanamadı. Süre uzayıp Hektor bulunamadıkça zaten kriz anında olan Kaplan’ın davranışları da değişmeye başladı. Muhtemelen koğuştan birilerinin kasıtlı olarak öldürüp bir yerlere saklamış ya da tuvaletin deliğine atmış olabileceği düşüncesi Kaplan’ı delirtiyordu. Eninde sonunda şüphelerin kendisine yöneleceğini tahmin etmekte gecikmeyen Sarı Leyla bile, kendisini temize çıkarabilmek için Hektor’u aramaya koyuldu.

Tuvaletlerdeki sifonlar dâhil aranmadık yer kalmadı. İş cezaevi yönetimine aksetti. Hektor sayesinde koğuşta sağlanan birlik ve huzurun, Hektor’un kayboluşuyla yeniden bozulacağını düşünen idare, gardiyanları göndererek aramalara destek verdi. Ama maalesef onca çaba hiçbir sonuç vermedi. Hektor’un izine rastlanmadı.

Sonra tüm diğer koğuşlara haber salındı ama yine nafile.

Hektor’a kuş demek haksızlık olurdu, çünkü koğuştakilerin anası, babası, çocuğu, sevgilisi, kısaca her şeyleri olmuştu.

Sadece cezaevi yerleşkesi sınırları içinde yayın yapan cezaevi radyosu vardı. Zaten birkaç kilometre mesafeden yakın yerleşim yerleri yoktu. Cezaevi çevresinde personel ve askerlerin kaldığı lojmanlar, kafeteryalar ve oradaki çalışanların asgari ihtiyaçlarını giderebilecekleri küçük iş yerleri ve atölyeler bulunuyordu.

Hektor’un kayboluşu radyodan anons geçilmeye başlandı. Hektor tasvir edilerek görenlerin cezaevi idaresine bildirmeleri istendi. Duyuru sık sık tekrar ediliyordu.

Anons edildikten yaklaşık bir saat sonra Hektor’un, cezaevi yüzbaşısının eşi tarafından lojmanın balkonunda bulunarak yakalanıp emanete alındığı haberi kadınlar koğuşuna ulaştı. Bir anda kadınların sevinç çığlıkları, çekilen zılgıtlar ve kahkahalar her yanı inletti. Bu psikolojik duruma, önceden radyodan anonsları duyup Hektor’un kayboluşundan haberdar olan politik erkek mahkûmlar da, kendi koğuşlarından ıslıklarla karşılık verince belki de cezaevi cezaevi olalı böyle bir mutluluğa ilk defa tanık oluyordu.

Kadın, Hektor’u eşine, o da askerlere teslim etti. Askerler Hektor’u gece olması sebebiyle veremeyeceklerini bildirdiler. Çünkü Hektor’un arama cihazından geçmesi gerekiyormuş. Arama cihazını kullanan personel ise akşam mesaisi sonrası evine gitmiş olmasından ötürü cihazı başkaca kullanabilecek kimse yokmuş. Dolayısıyla da ancak sabah ilgili personel işbaşı yaptıktan sonra teslim edebilecekleri söylendi.

Yeniden koğuşta kızılca kıyamet koptu. Kaplan, kaplanlığını gösterdi, Hektor gelecek dedi de başka bir şey demedi. Bir dakikada ayağa kaldırdı ortalığı. Koğuş bir anda karıştı. İdare baktı ki işin şekli değişti, personelin evine araç gönderilerek evinden aldırdı. Hektor, anlamsız prosedür gereği bir eşya gibi elektronik cihazdan geçirilerek kadın mahkumlara teslim edildi.

Kadın mahkûmlar Hektor’un gelişini sıraya geçip öperek törenle karşıladılar. Hektor’un gelişiyle Kaplan’ın migren ağrısı da dinmişti.

O sabah sayım için gelen gardiyan mahkûmların sayımı tamamlanınca ilk defa:

-31 Hektor! diye bağırınca tüm mahkumlar sanki anlaşmışçasına hep bir ağızdan:

-Burda! diye cevapladılar.

O günden sonra Hektor, her akşam ve her sabah mahkûmlarla birlikte sayıma dâhil edildi.

Not: Öykü, özet olarak Sıla Yılmaz tarafından anlatılan yaşanmış bir olaydan alınmıştır.